Ertuğrul Erol Ergir

Girit konulu Makaleler
Cevapla
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Ertuğrul Erol Ergir

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 24 Eki 2019, 13:58

Ertuğrul Erol Ergir
husnu-bakiroglu-resmo-belediye-baskani-ertuc49frul-erol-ergir-web-ic3a7in.jpg
husnu-bakiroglu-resmo-belediye-baskani-ertuc49frul-erol-ergir-web-ic3a7in.jpg (58.76 KiB) 1538 kere görüntülendi
Giritli, Karşıyakalı, Galatasaraylı Ertuğrul Erol Ergir

1923 yılının Ocak ayında Lozan’da imzalanan protokol sözleşmesiyle birlikte İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları hariç olmak üzere, Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Müslüman dininden Yunan uyruklarının 1 Mayıs 1923 den itibaren mübadelesine karar verilir.



Yüz yıllarca bir arada yaşamış zaman zaman gerilmiş, sıkıntılar çekmiş bu iki topluluk antlaşmayla birlikte büyük bir şaşkınlık ve korku yaşar. Kararın açıklanmasından hemen sonra iki tarafta da günler çok zordur. Bir taraftan mübadele şartlarına uygun belgeler hazırlanır, diğer taraftan ata yadigarı kıymetli, kıymetsiz ne varsa sandıklara doldurulur. Birkaç ay içerisinde göç başlar. Rumlardan vücutça sağlam erkekler anadoludan giden ilk kafileyi oluşturur. Selanik, Mersin, Samsun, İzmir ve kısmi olarak da Trabzon limanları dolar taşar.

Mübadele kararının çıkmasının hemen sonrasında yaşananlara bizzat Mülteci İskan Komisyonu Başkanı Henry Yorgenthau not düşer; mübadillerin Teselya’ya gelişini anlatır:

.“Rıhtıma indiğimde büyük bir mülteci topluluğu gördüm. Normal olarak iki bin kişi alabilen gemiye yedi bin kişi doldurulmuştu. Solucan gibi büzülen, çektikleri eziyet nedeniyle kıvranan insanlar güvertede, balık istifi gibi üst üsteydi. Uzanıp uyuyabilecekleri boş bir yer yoktu. Tuvalet ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yer de mevcut değildi. Dört gün dört gece boyunca çoğu açık güvertede dikilerek yolculuk etmişlerdi. Sonbahar yağmuru ile iliklerine kadar ıslanmışlardı, gece rüzgarı içlerine işlemişti, öğlen güneşiyle de her yanları yanmış ve kabarmıştı. Bu insanlar kapkara olarak, aç, hasta, haşarat içinde gözleri çökmüş, korkunç pis bir koku yayarak sahile çıkmışlar ve ümitsizce yere çöküvermişlerdi.”
İki kıyı arasında gidip gelir göçmen gemileri… Doğdukları yurtlarını bir daha dönmemek üzere bırakan milyonları günlerce, aylarca taşır. Seneler geçer, geride bırakılan acı zamanın, hayatların hikayeleri dillenir ve geriye fotoğraflar, şarkılar kalır.



“benim giritli limon ağacım
seni nerelere dikeyim
dikeyim, dikeyim
seni kalbime dikeyim…”

“ΚΡΗΤΙΚΙΑ ΜΟΥ ΛΕΜΟΝΙΑ
ΠΟΥ ΝΑ ΣΕ ΦΥΤΈΨΟ
ΝΑ ΣΕ ΦΥΤΕΥΣΩ
ΣΤΗΝ ΚΑΡΔΙΑ ΜΟΥ”

Sayıları elli bini bulan Girit göçmenleri, çoğunlukla İzmir, Ayvalık, Cunda ve Mersin’e yerleştirilir. İzmir’de bu yeni hayata başlayan ailelerden Resmo Belediye Başkanı Hüsnü Bakioğlu’nun torunu Ertuğrul Erol Ergir’in mübadeleden tam 86 yıl sonra misafiri olduk.



Erol beyin dedelerinin hikayesi Girit’in Osmanlılar tarafından alınmasıyla başlar.

“O yıllarda Müslüman olmayanlar askere alınmazlardı. Konya ve civarında Mevlevilik yaygındı. Belki de saray, Sunni inanışı güçlendirmek düşüncesiyle asker ihtiyacını İç Anadolu’dan genellikle Konya Karaman civarından temin ederdi. Yusuf Paşa da (Deli İbrahim dönemi) aynı yolu seçerek İç Anadolu’dan topladığı Müslümanları askere alarak Mora’ya taşıtmış ve Anadolu sancağını kurmuş. Rumeli sancağını ise yine İç Anadolu’dan ve Konya Karaman civarından toplayıp Bosna Hersek Arnavutluk işgalinde kullanılan ordu mensuplarının torunlarını askere alarak oluşturmuş.

.

Annemin dedeleri Anadolu sancağında, baba tarafımın dedeleri ise Rumeli sancağında savaşmak üzere askere alınmışlar. Yusuf Paşa bu iki sancağı Mora Adasında eğitmiş ve 1644’de Girit işgaline başlamış. Önce Hanya sonra Resmo şehirleri Türkler tarafından işgal edilir, adanın tamamı tam 25 yıl sonra, 1669’da Venediklilerden Osmanlı İmparatorluğu’na geçer.

Savaşan askerler terhis edilmez, aksine adada yerleşmeleri ve adalı kadınlarla evlendirilmeleri emredilir.”

Girit’in Osmanlıya bağlı tarihi1878 Halepa sözleşmesi ile değişmeye başlar. Antlaşmayla birlikte artık adada Rumlarla Türkler ortak yönetimdedir.

Türkçe’nin yanında Rumca da resmi dil olur.



Resmo’da yaşayan anne tarafından Ertuğrul Erol Bey’in büyükbabası Hüsnü Bakioğlu yüz yıl başında İstanbul’a Mekteb-i Sultani’ye gönderilir. Orada Fransız ihtilali’nin etkileriyle tanışır. İnsan hakları, eşitlik kavramlarıyla bütünleşerek Girit’e, Resmo’ya döner.Çocukluk arkadaşı Eleftherios Venizelos’la da düşüncelerini paylaşır. . 1911 yılında belediye başkanı seçimlerine aday olur. Yoksul Rumların oylarıyla ve Venizelos’un büyük yardımıyla seçimleri kazanır. Venizelos o esnada Girit komiseridir. Diğer aday; Türklerin desteklediği dayısı Safter bey’dir. 1919 yılına kadar süren bu görev ona Resmo’nun son Türk Belediye Başkanı ünvanını da getirecektir., Erol Bey’in anneannesi İffet Kuyumcu Hanya’dan Venizelos’un komşularıdır. Hüsnü bey’le iffet hanım Venizelos tarafından tanıştırılır sonra da evlenirler. Venizelos başbakan olarak Resmo’ya ilk gelişinde, kendisini karşılamaya gelen heyette yakın dostu, dönemin belediye başkanı Hüsnü Bey’i göremez.. Türk olmasından dolayı Hüsnü Bey protokol dışında tutulmuştur. Venizelos, sandaldan karaya çıkması için kendisine uzatılan elleri reddeder. Hüsnü Bey’in hemen bulunup getirilmesini emreder. Hüsnü Bey’in gelip elini uzatıp onu karaya çıkarmasıyla bu dostluk bir kez daha pekişir, Bu ziyaret sırasında Girit’te tırmanan gerilim nedeniyle Hüsnü Bey’i hiç değilse ailesini İstanbul’a göndermesi konusunda zorlar. Ve aile için bir pasaport hazırlatır. Aile önce Atina’ya oradan da İstanbul’a geçer. Büyükbaba bir süre daha Resmo’da kalır. Girit’te bir Türk Belediye Başkanı olarak her an öldürülme tehlikesi olmasına rağmen Rum dostları vardır. “Onu koruyorlardı. Komşusu gelip evinde nöbet tutuyordu.diye anlatır Erol bey: Bir defasında büyükbabam bir Rum’un onu takip ettiğini fark eder, döner ceketini açar ‘ulan beni öldüreceksen öldür ne geliyorsun arkamdan’ der.Meğer onu korumak için takip edermiş”.Hüsnü Bakioğlu Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla bir gece fesini ve bastonunu Belediye Sarayı’nda bırakarak İstanbul, Erenköy, Zincirli Köşk’de oturan Girit’li akrabalarında kalan ailesinin yanına gelir.



1923’de Lozan’da imzalanan protokol ve sonrasında 1924’de imzalanan antlaşma sonucunda Girit’teki mal varlıklarının karşılığında İzmir, Karşıyaka Yalı’da şimdi Yelken Apatmanı’nın olduğu yerde, bir Rum evine yerleşirler.

Yüzlerce yıl önce Anadolu’dan ayrılıp Girit’i yurt sayan Osmanlı askerlerinin torunları dönüp arkalarına bakmadan, dudaklarını mühürleyip yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne katılırlar.
iffet-1945-ertuc49frul-erol-web-ic3a7in.jpg
iffet-1945-ertuc49frul-erol-web-ic3a7in.jpg (68.71 KiB) 1539 kere görüntülendi
Galatasaray Lisesi mezunu Hüsnü Bakioğlu İzmir’e gelir gelmez Fransızca bilmesi sayesinde Aydın-İzmir demiryollarında iş bulur. Hüsnü Bey ve eşi iffet hanım; çocukları, akrabaları ve komşularıyla birlikte yeni hayatlarına alışmaya çalışır



Erol beyin babası İbrahim Şinasi’nin ailesinin büyük bir kısmı i1919 da katledilmiştir.. İbrahim beyin babası Mehmet Efendi yanına eşi; Hanya eşrafından Kavurların kızı Havva Kumru’yu ve çocuklarını alarak İzmir’e yerleşir.



Daha önce gelip, ticarette başarı kazanmış akrabaları Hüseyin Avni vasıtasıyla Damlacık’ta kahve, dükkan, ahır ve bir fırın bulunan binayı satın alırlar. Mehmet Efendi de yeniden ticaret hayatına başlar. Ağabeylerinden ikisi Mersin’de Fransız demir yollarında iş bulup çalışmaya giden İbrahim de bir yandan Atatürk Lisesi’nde okur, diğer taraftan da tanınmış Giritli tüccarlardan Hüseyin Galip Şerbetçi’ye çıraklık yapar.. Anadoluya yerleşen Girit Türklerinden meslek sahibi olanlar kolayca iş bulmuşlar ya da kendi işlerini kurmuşlardır. Ama genel olarak çok az Türkçe bilen Girit Türklerinin iş bulmaları çok zor olmuştur.

Babasının Türkçe bilmeyen Rum bir doktorla ortaklık kurduğundan bahseder, Erol Bey. Elinde megafon doktorla beraber köy köy gezerler. Muayene sonrası para yerine ne varsa; zeytinyağı, incir gibi mallar alıp, İzmir’de paraya çevirip, paylaşırlarmış.

İbrahim Şinasi 1921 yılında Hüseyin Avni Bey’in Yemişçi Çarşısı 854. sokak Cezayir han 52 numaradaki iş yerini devralır. Zeytinyağı ve incir komisyonculuğu yapmaktadır. Aynı zamanda dönemi Bornova Belediye Başkanı Fehmi Bey’le birlikte bir zeytinyağı fabrikası kurarlar.

İşte bu yıllarda aynı iş çevreleri içinde Hüsnü Bakioğlu ile tanışır ve kızı Güzide hanımla evlenir.



Giritliler yeni vatanlarında birbirlerinden çok uzakta, farklı şehirlerde olmalarına rağmen yardımlaşmayı sürdürür daha da yakın olurlar. Sanki hepsi büyük bir akraba kopluluğudur. İş bulamayan aileler bir hafta on gün bir ailede misafir olup, sonra başka bir aileye geçerler.

Erol Bey ,tıpkı Yahudilerde olduğu gibi Giritlilerde de var olan çok eski bir gelenekten bahsetti, “Cumartesi günleri Yahudilerin dükkânları kapalı ama kapıları aralıktır. İçeri girdiğinizde masanın üzerinde isme yazılı zarflar durur,. Bir fakir Yahudi gelir size selam verir, alır zarfını gider. Bu usül hala da devam ediyordur. Bizim Giritlilerde de benzer şeyler olurdu. Gururu incitmeden yardım ederlerdi.”



Değiş tokuş ve öncesindeki göçler sırasında hızla boşaltılan evler, sonradan geri dönme umuduyla telaşla gömülen altınlar, değerli eşyalar dönemin ilginç hikayelerine yol açar:

Büyükannesi İffet Hanım Girit’ten Rum arkadaşlarıyla mektuplaşır. Hatta ona zaman zaman bol resimli, magazinli mecmualar da gönderirler.

O mektupların birinde Bornova’da bir ağaç dibine gömülen bir teneke altından bahsedilir. Gidip baktıklarında sadece boş tenekeyi bulurlar. Yine büyükannenin Rum arkadaşlarından biri Kara Fatma Dağları’ndaki bir balıkçının evinin giriş basamağının altında gömülü olan servetini bulmalarını ister. Oraya da gidilir ama balıkçı onlara başka bir adres gösterir. Sonra da büyükbaba Hüsnü Bey o balıkçıyı Birinci Kordon da baston çevirirken görür.





Ancak sanılanın aksine ailede “Giritli olmak” üzerine konuşulmaz.

“Büyük babam, babam ‘arkanıza dönüp bakmayın’ derdi, kapanmış bir defterdi. Artık Atatürk önderliğinde yeni Türkiye vardı. Oradan devam ettik. Hatıralar acıtırdı. Hiç anlatmazlardı. Geçmişten birkaç fotoğraf dışında hiçbir şey kalmadı. “

Kimdi bu Giritliler, eskiden nasıl yaşarlardı, hep çok merak ettim. Cevapların çoğu hemşehrim Prevelakis’in kitaplarındaydı:



“Türklerin çoğunun etraftaki köylerde malları vardı: Türklerin, Venediklilerden ele geçirdikleri, kavalarikia’lar (haralar), zeytinlikler, bahçeler, bağlar ve arıcılık yerleri, onların yaşamlarını şehirden uzakta geçirmeye mecbur ediyordu. Ama haremlerini Resmo’ya yerleştirmişlerdi. Bu yüzden her akşam, giriş kapıları kapatılmadan, şehre girmek zorundaydılar. Ertesi sabah yeniden çıkıp gidiyorlardı. Her biri kendi binek atını besliyordu. Her akşam cins, bakımlı kısraklarına kurulmuş olarak şehre girerlerdi. Bu atlılar, sağlam yapılı, biçimli, yağız çehreli, bıyıklı ama sakalsız, yaman, içine kapanık, kalplerine çivi çakılan tipten insanlardı. Elbiseleri Hristiyanlarınkinden farklı değildi. Yalnız daha temiz ve daha zariftiler. Müslümanlarla Hristiyanlar feslerine bağladıkları mendillerden de ayrılırlardı. Kırmızı fes takmadıkları zaman Rumlar (eskiden beri esaretlerine tuttukları yastan) siyah, Türkler ise beyaz mendil bağlarlardı.”



“ Aslında bizimkiler de hatırladığım kadarıyla çok şık ve bakımlıydılar. Bir de büyük şehirlerde yaşamanın zorluğu başkaydı. Mesela bugün mübadelede bir çok kişi Ayvalık”a Cunda’ya yerleşmişlerdir. Oralarda eziyet çekmişlerdir ama büyük şehirdeki sıkıntıları çekmemişlerdir. Burada yaşıyorsun. Kravatını takacaksın, ceketini giyeceksin. Mesela büyük babam bana :“ Hiçbir röntgen makinesi yok ki senin karnındaki yemeği bilsin. Ama iyi kıyafet iyi tavsiye mektubudur”, derdi. İşe gitmese de sabahleyin erkenden kalkar tıraş olur, tertemiz giyinirdi.

Büyükannemin de öyle, üstü başı pırıl pırıldı, bakımlıydı. Gururluydular. Modern, Avrupai bir havaları vardı. Buradaki evlerin çoğunda piyano vardı. Girit’ten gelen kadınların çoğu bir müzik aleti; piyano, keman ya da akodeon çalardı. Kadınlar aryalar söylerdi. Böyle bir ortam vardı. Şık giyinirlerdi. Ancak belli bir yaşa geldiklerinde siyah giymeyi tercih ederlerdi. Hani bir kadın yaşlanıp 60 ını geçtiğinde çiçekli basmalar falan giymezdi.Elbisesinden, çorabına kadar siyah giyerdi. “







Ertuğrul Erol Ergir 1930 yılında her şeyden habersiz Karşıyaka Yalısı’nda mübadelede büyükbabası Hüsnü Bey’e verilen evde, dünyaya gelir.



Yıllar önce Müslüman olan Hrisi (Aliye) Rumlarla kalmak istememiş, aileyle birlikte İzmir’e gelmiştir.. Erol’un bakımından o sorumludur Çocuk dadısı nedeniyle çok iyi Rumca konuşur ama iki üç kelime dışında Türkçe bilmez. İlkokulda Türkçe konuşmak zorunda kalacağını anlayınca, “okula gitmeyeceğim”, diye tutturur. Derken büyükbaba çarşıdan küfeli hamallardan birini getirir Erol’u içine koyar ve doğru okula götürür. Olaylı bir şekilde Karşıyaka Cumhuriyet İlkokuluna başlanmıştır. Türkçeyi öğrendikçe arkadaşları da çoğalır. Büyük bir bahçe içinde eski bir kiliseyle papaz evinden ve bir de küçük müştemilattan müteşekkil okulunu ve öğretmenlerini çok sever.

İbrahim bey 1935 de Karşıyakada 1696 sokak 12 numaralı evi 800 liraya satın alarak büyükbabanın yalı evinden ayrılır. Erol Bey ve ablası iffet hanım ilkokulu bu evde bitirirler.. Aile 1939 yılında büyük bir sıkıntı içine düşer.



Erol bey, hayatlarını aniden değiştiren acı bir günü sanki henüz yaşanmış gibi aktardı: “Babama sefer tasıyla yemek götürürdüm.12 vapuruna binerdim. Yeni çarşıdan İzmir’e, Konak’a geçerdim. Bir gün gittiğimde babam yoktu. Şaşırdım o saatte işte değildi. Parkta olduğunu, söylediler. Parka gittiğim de; babam bir bankta oturmuş ağlıyordu. “60 kuruşa incir aldık. 6 kuruşa sattık, battık biz” dedi. Babam bütün incirleri hazırlamıştı satmak için. Savaş çıkınca hudutlar kapandı, hepsi elinde kaldı. Hepsini tekele verdik alkol oldu, biz de iflas ettik. Evimizi satıp yine Karşıyaka’da bir başka eve kiracı olduk. Varlık vergisi nedeniyle de

çok ağır bir tokat yedik, toparlanmak uzun sürdü.”

O yıllarda ülke o kadar fakirleştirmiş ve ordu öylesine çaresizdir ki. İç çamaşırı, pijama diktirmek için kumaş ve makara dağıtır. Kadınların çoğu hatta ,Güzide hanım da çok uzaklardan, Giritten getirdiği makinesinin başında gece yarılarına kadar dikiş diker.



Çoğu Midilli ve Girit göçmenlerinin yaşadığı Cunda’da ise o yıllarda bir sigaranın ancak yarısını alabilecek durumdadır, fakir halk. Var olan tek bakkal dükkanında biraz akide şekeri, kostik, ve birkaç çuval tuzdan başka mal yoktur. Cunda da Giritli köylüler eşeğe yan binmeleri nedeniyle Midillililerden ayrılır, hemen fark edilir.



İşte bu yıllarda, 1942’de Ertuğrul Erol Ergir Galatasaray Lisesi’ni kazanır. Önce Giritli, sonra Karşıyakalıyken şimdi de büyükbabası gibi Galatasaraylı olacaktır.



Annesi Güzide hanımla birlikte Ege Vapuruyla İstanbula gelirler. (Dönemin İsveç fahri baş konsolosu- Mersin) amcası Ali beyin şoförü tarafından karşılanıp,son model bir Buick arabanın arka koltuğunda oturup hayranlıkla bu büyük kenti seyreder; Erol Şehit muhtar caddesindeki Mete apartmanına yerleşirler. Burası yıllarca Robert Kolejli, Dame de Sion lu kuzenleriyle birlikte olacağı hafta sonu evi olacaktır…Mezun olduğu yıl Siyasal Bilgiler Fakültesine girip hariciyeci olmayı hayal etmektedir. Ancak aile razı olmaz, İzmir’e dönüp ticaret geleneğini sürdürmesini ister. Rumca, Fransızca çok az da olsa İngilizce bilmektedir.

Liseyi bitirdikten sonra yazları staj yaptığı, Osmanlı Bankası’na girer. Dil bilen Türk eleman yok denecek kadar azdır. Bir müddet sonra ayrılır ve İş Bankası’nın kambiyo servisini kurar. Elle tutulan hesaplarda çok titizdir. Ama yine de eskiden beri süregelen sistemi uygular. Hesapları kontrol ettikten sonra; “hata ve unutma müstesna” adlı mührü basar.



Sonra ticarete atılır. İncir, üzüm ihracatı yapmaya başlar.

Daha ilkokuldayken Yemiş Çarşısındaki yazıhanede muhasebeyi, kasa defterini tutmayı öğrenmiştir. Mal borsası onun heyecanla izlediği tüccarlık deneyimlerinden biridir.





“İzmir bir ticaret merkeziydi, Manisa, Aydın, Balıkesir; çevrede ne üretilirse İzmir borsasına gelirdi. Her gün iş yapmak için bu mal borsasını takip etmek gerekliydi. Tütün, palamut, zeytinyağı, pamuk, incir her şey bu borsadan geçerdi. Herkes 12-1 arası oraya gelir, alışverişini teslimatını yapardı. Ege köylüleri toplanıp gelir, mallarını ilk çıkardıklarında davul zurna eşliğinde büyük merasimler yapılır açık arttırma ile satılırdı. Çok eskiden şekillenmiş bir hukuk sistemi işlerdi.”









Erol bey kendisi gibi Giritli olan Bilge hanımla evlenir. İleride işlerinin başına geçecek olan Ayşe ve Hakan birbirinin peşi sıra dünyaya gelir.

Erol Bey ve eşi İzmir’in en canlı, en güzel yıllarını yakalar. O zaman ki İzmir’i heyecanla şöyle aktarır:



“O yıllarda ki İzmir küçük, kozmopolit, temiz , modern bir şehirdir., Nüfusun çoğunluğu Türk’tür. Göze batacak kadar Fransız, İtalyan, İngiliz ve Hollandalı aile vardır.Levantenler ve Museviler şehri henüz bırakmamışlardır. Haymatlos’lara sık rastlanır.

Varlıklı Türk aile sayısının o devirde çok olmadığını gözlemek kolaydır. Bu Türkler birinci Kordon’da Güzelyalı’da ve Karyıyaka’nın Bostanlı sahilinde otururlar” Genelde dahili ticaret yaparak ve gayrimenkullerinin iratlarını toplayarak geçinirler”. Ticarethanelerı bugünkü Kızlarağası han civarında Halimağa çarşısı, Yemiş çarşısı ve çevresindedir. Bu bölge o devirde ekonominin, ticaretin kalbidir. Erol Bey bahçelerden, tarlalardan tüm emtiaların develerle kasabalara ve kasaba tren istasyonlarına taşındığını uzun süre izler. Her türlü zirai ürün trenle Alsancak, Kemer ve Basmahane garlarına gelir ve oradan iki atlı arabalarla çarşıya taşınır.



“Şehrin bu kısmındaki devamlı hareket görülmeye değerdi”, diye tıpkı bir rehber gibi anlatır, Erol Bey. Eylül ayında yer yerinden oynardı. Hatta, ticaretle iştigal eden babam. ‘Eylülün bir günü diğer aylara bedeldir!’ sözünü ağzından düşürmezdi. Şerif Remzi Beyin Banka Hanı, Cezair Han, Uzun Han, Balyoz Han, Barut Han gibi civardaki tüm hanlar, dükkanlar; incir, üzüm, tütün ve çeşitli zirai ürünlerle ağzına kadar dolardı. Buğday, arpa gibi mallar az ilerdeki Kestane pazarında; yaş meyve, sebze Kemeraltı’ndaki Kuyumcular çarşısına bitişik Arap Hanı ve diğer hanlarda pazarlanırdı. İhracatçıların depoları ve işletmeleri de hep bu çarşıdaydı. Bilhassa kuru incir ve üzümler ihracat için bu civarda işlenir, hazırlanır ve yine iki atlı arabalarla şileplere yüklenmek üzere eski limana bu çarşıdan gönderilirdi. Şimdi çoktan unuttuğumuz deri ve boya sanayisinde kullanılan palamut Türkiye’nin can damarıydı. İhracatta çok önemliydi.”



İncir, üzüm, palamut ihracatı yavaşlayınca Ertuğrul Erol Ergir ülkenin değişen koşullarına ayak uydurarak iplik fabrikası kurar, artık üretim yapmaktadır. Konfeksiyon ihracatına başlar, uzun yıllar bu işi sürdürür. Aynı zamanda ileride kitaplarına zemin oluşturacak Girit tarihi ve Giritliler üzerine araştırmalarına başlar.



1980’li yıllarda Selçuk’da babasından kalan bir “incirlik”te küçük bir otel yapmaya karar verir. Önceleri 10 oda olan Kale Han şimdi 60 odalı, uluslar arası mutfağın olduğu bir zamanlar Prenses Margaret’in, Kraliçe Elizabeth’in misafir edildiği ünlü bir yer haline gelir.



“Göçmenlerin, bırakıp gidecekleri ülkenin uyrukluğunu yitirecekleri ve varış ülkesinin topraklarına ayak bastıkları anda, bu ülkenin uyrukluğunu edinmiş sayılacakları”nı anlatır Lozan Mübadelesinin 7. maddesi.

Uygulamanın başladığı yıllardan itibaren ülkeler arasındaki gidiş geliş hiç

kolay olmamıştır. 1930’da Venizelos’un Türkiye’ye gelmesiyle ilişkiler yumuşamış, mübadiller bu kez de ekonomik zorlukları aşıp dostlarını görmeye gidememişlerdir. 6-7 Eylül ve Kıbrıs harekatı ile birlikte kapılar adeta kilitlenmiştir. 1995 lerden sonra sınırlar esnemiş iki taraf da birbirine gidip gelmeye başlamıştır.



.

Yüzlerce yıl önce Anadolu’dan çıkıp, Girit’i yurt yapan Erol beyin aile büyükleri ne gariptir ki geride bıraktıkları topraklara bir yabancı gibi dönmüş, hiçbiri doğduğu toprakları bir daha görmeden ölmüşlerdir.



Aile çok önceleri “elveda” demiş, adalarına. “O defter” i mühürleyip, bir daha dönmemek üzere arkalarına bakmamışlar. ”Maziyi Anlatmadan” yeni bir dünyanın kapısını aralamışlar.

O günlerden ,bugüne; neredeyse bir yüz yıl önceki geçmişi, Giritlileri anlamaya çalışıyoruz. Onlarsa her gün biraz daha gün ışığına çıkan; tarihçeleri, anıları, yemekleri ve şarkılarıyla dünyamızı anlamlandırmayı, renklendirmeyi sürdürüyor.



İşte şimdi veda zamanı, Erol Bey….

Yalo yalo yalo, psarakia kiniğo
Kiniğa ta ki esi, ağapi mu hrisi
Oli mu len arnisu to
Ke katiğorise to
Ke eğo leğ’ apo mesa mu*

*İzmir- Çeşme- Alaçatı’dan geleneksel Rum aşk şarkısı.

(görüşmemizin sonunda kendisi bizlere hediye etti)

.





Kaynakça:


* Giritli Mustafa, Unutamadığım Karşıyakam ve İzmirim, Unutamadığım Galatasarayım ve İstanbulum adlı kitaplar, Ertuğrul Erol Ergir ( 1999, 2003)



*Türkiye ve Yunanistan arasında Gerçekleşen Zorunlu Nüfus mübadelesine Ekonomik Açıdan Bir Bakış, Mehmet Mihri Belli, (Yüksek Lisans Tezi, Missouri Üniversitesi,1940), Belge yayınları, 2006



*Hilal- i Ahmer Cemiyeti kayıtları



*Türkiye Teracimi Ahval Ansiklopedisi, Mehmet Zeki



*Lozan Mübadilleri Vakfı
[/size][/color][/i][/b]


*http://www.benimgiritlilimonagacim.com

https://handanyalvac.wordpress.com/2019 ... KmDcydUjw0
husnu-bakiroglu-resmo-belediye-baskani-ertuc49frul-erol-ergir-web-ic3a7in.jpg
husnu-bakiroglu-resmo-belediye-baskani-ertuc49frul-erol-ergir-web-ic3a7in.jpg (58.76 KiB) 1538 kere görüntülendi
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir