ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Giritli Tanınmış şahsiyetler
Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:03

ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ:
Taylan KÖKEN
belge Ali Onay görseli.png
belge Ali Onay görseli.png (709.06 KiB) 2640 kere görüntülendi
Ali Onay, Ayvalık ve Cunda’nın büyük değeridir. 01 Şubat 2016 tarihinde çok sevdiği eşi Fatma Hanımla buluşmaya gitmiştir. Bu duayen insan bilgisiyle, görgüsüyle yıllarca mübadeleyi, Girit’i, Ayvalık’ı ve Cunda’yı sabırla anlatmış, araştırmış ve yazmıştır. Ayvalık’ın bu büyük değeri Ahmet Yorulmaz ile aynı yolculuğu çıkmışlardır. Ayvalık peş peşe iki değerli insanını kaybetmiştir.

Rahmetli Ali Onay ile birçok söyleşi yapılmıştır. Onun hayatını, mübadele detaylarını, Ayvalık ve Cunda yaşamıyla ilgili detayları bu söyleşilerden öğreniyoruz. Bu derlemede bu söyleşilerden bir kısmını toplayarak onu anmak istedik, anlattıklarını bir defa daha büyük hayranlıkla anımsamış olduk.

Uğurlar olsun. Taylan Köken
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:09

ALİ ONAY- OĞUZ SAVAŞ UYSAL ROPÖRTAJI –I (1)

Ailenizi anlatır mısınız? Girit’e nereden gelmişler? Aileniz Girit’te ne iş
yapıyordu?


Ailem, 1672 yılında Aydın’ın Nazilli sancağından Fazıl Ahmet Paşanın (Köprülü) 1669 yılında fethettiği Girit adasına gitmişler ve Ayvasili bölgesinde geniş bir araziye yerleşmişler. Zamanla babamın sülalesi Resmo şehrine yerleşmiş. Babam ticaretle uğraşıyordu. 1890’lı yıllarda Türk askeri büyük devletlerin zoru ile adadan çekildikten sonra İslam halk (bu o dönemde Girit’te Müslüman halk için kullanılan bir tabir) için Girit’te artık yaşama şansının kalmadığını fark ettik. O tarihten sonra yavaş yavaş işlerini tasfiye ederek daha fazla kıymetli taşlar üzerinde iş yapmaya başladı. İstanbul’da bulunan tanıdık bir kuyumcu ile işbirliği yapmıştı.



Girit’te ne değişti de yıllarca birlikte yaşayan halk birbirine düşman oldu?

Girit adasında Fazıl Ahmet Paşanın Hıristiyan halka gösterdiği kolaylıklarla Hıristiyan ve İslam halk 150 sene kardeş gibi geçindiler. Fakat 1821 Mora ihtilali hazırlığı sürecinde Yunanistan’dan gelen Rumlar ve Ayvalık Akademisinden adaya gelen öğretmenler Hıristiyan halkın içine girerek milli şuuru ve Hıristiyanlık propagandasını yaparak Hıristiyan halkı Türklere karşı ayaklandırdılar.

1821 Mora İhtilali patlak verdiği zaman Girit Adası da bundan nasibini almış. 1821’den 1922 yılına kadar 100 senelik devre içerisinde İslam halk huzur yüzü görmemiştir. 1821’den 1922 yılına yani Lozan antlaşması öncesine kadar adadan 50.000 Müslüman ayrılmak mecburiyetinde kalmıştır. 1821 Mora İhtilalinden sonra Osmanlının bütün uğraşlarına rağmen Girit’teki düzen sağlanamamış Hıristiyan halka verilen bütün haklar onları tatmin etmemiş ve 1913 yılında Bükreş ve Londra antlaşmaları ile Girit adası Yunanistan’a bağlanmıştır.
Ada Yunanistan’a bağlandıktan sonra adanın kültürlü halkı tabiiyet telaşına düşmüş kimi Fransız kimi İtalyan tebaasını kabul etmiştir. Annem ve babam Girit tabiiyetini yürütmeyi daha uygun bulmuşlar. 1821 ihtilalinden sonra cereyan eden ihtilallerde Türklerin malları yakılmış, Türkler öldürülmüş halk bitap hale gelmiştir. 1919 yılında Yunan ordusunun İzmir’e çıkması ile Girit İslâmına Anadolu kapısı da kapanmıştır. Yunan ordusu Anadolu’ya çıkıp fazla bir direnişle karşılaşmadan Ankara’ya kadar dayanması Anadolu Rumlarını şımarttığı gibi ada Rumlarını da şımartmıştır.

Ve bu şımarıklık neticesinde mülk sahiplerine baskı yapılarak şehirlere akın etmek zorunda bırakılmışlardır. Şehirlere inen mal sahipleri harp devam ettiği sürece ellerindeki hazır parayı yemek zorunda kalmışlardır. Venizelos’un başbakanlığı zamanında Türk cemiyeti Venizelos’a başvurarak Türklerin öldürülmemesini isterler. Venizelos başbakan olarak meclise çıkar ve özetle şu konuşmayı yapar; “Türkleri öldürmeyin onlara Hıristiyan kızlarınızı verin evlensinler.” Babamın anlattığına göre ertesi gün bir gazete başbakan Venizelos’u başında kırmızı bir fesle yayınlar.
Venizelos bu hadiseden sonra tekrar meclis kürsüsüne çıkar ve der ki: : “Ben evvela Hıristiyan’ım ve Giritliyim; ama Türkleri öldürmekle bir yere varamayacağımıza inanmıyorum, eğer biz bunlara evlenmeleri için kız verirsek doğacak çocuklarını evde anne eğitecektir ve elli sene sonra İslam kendiliğinden bitecektir.”

Öldürme olayları devam edince Türkler Anadolu’ya göç etmek zorunda kalıyorlar ve
Rumlar yurtlarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar için iki mani uyduruyor.

Çan bunları kovuyor.

Hacı Davut topluyor (vapuru) Ve İzmir’e ulaştırıyor.

Türk gördüm

Kurşun ister

Bir daha gördüm

Bir daha kurşun ister



Bu iki maniden İslam halkının Girit’te ne kadar müşkül durumda olduğunu anlamak
mümkündür.

Anadolu’daki çatışmaların Yunan ordusu lehine gelişmesi yıllarca Türklerle beraber yaşayan Rum halkı şımartmış ve Türk komşularına yapmadıkları kötülük kalmamıştır. Anadolu halkı kurulan milli teşekküller ile işbirliği yaparak ölümcül darbeyi vurdular. Ve Yunan ordusu yenilerek İzmir’e doğru kaçmaya başlamıştır. Bu kaçış esnasında Hıristiyan halkı hiç kimse barklarından topraklarında kovmamıştır. Ama onlar İslam komşusuna karşı yaptığı kötülüklerin korkusu ile ordu ile beraber kaçmaya başladılar. Bu olayı endişe ile seyreden cemiyeti ahvamdan (Birleşmiş Milletler) İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Cusyon halk değişimini dile getirdi. Telaffuz edilen bu sözcükten sonra Atatürk başka hiçbir hususu görüşmeyi kabul etmedi ve iş Lozan antlaşmasına vardı. İzmir’e inen Hıristiyan köylüyü orada limanda bulunan hiçbir gemi almadı. Neden almadı, çünkü harp esnasında Anadolu’da bulunan Fransız gözlemciler mütemadiyen Yunan ordusunun ve halkının Türklere yaptığı eziyetleri kendi gazetelerine manşet ettiler ve dünya bu olayları öğrendiği için ecnebi gemiler bunları almak istemedi.

Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:12

Mübadele kararından sonra Girit’te neler yaşandı?

Ali Onay Girit İslamı (Türkler) İstiklal harbini çok yakından takip etti. İstanbul’a gönderilen kuryeler vasıtasıyla İstiklal Harbine maddi yardımda bulundular. Savaştan sonra Girit’te kalma ve yaşama imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Mübadele kararı çıktıktan sonra bir hassa Venizelos Girit İslamını mübadeleye sokmak istemedi ve Lozan’da bunu dile getirdi. Ama Türk cemaati tarafından Lozan heyetine ve İnönü’ye gönderilen, yaşadıkları insanlık dışı dramı anlatan mektupları İnönü masaya bırakınca Venizelos susmak zorunda kaldı ve Girit halkı mübadeleye tabii tutuldu.

Mübadele kararı verildikten sonra Girit’te komisyonlar kuruldu İslamın malları değerlendirilerek her aileye birer formül (mallarının değerini gösteren bir belge) verdiler. Türk halkı da bir hazırlığa başladı. Denkler yapıldı sandıklar bağlandı bayraklar hazırlandı. Ve vapurun gelmesini beklemeye başladık. Bu arada babam için en büyük sorun parasını nasıl götüreceği idi. Ablasının damadı Hüseyin Efendi çok dürüst sır tutan bir insandı. Onun verdiği fikirle annemle babamın yattığı pirinçten yüksek ayaklı (2- 2,5 m ayaklı) karyolanın alt tekerlekleri söküldü. Ve altınlarını ayakların içerisine doldurarak bu dört karyola ayağını hususi bir sandık yaparak çemberlerle sardırdı. Ve vapurda onu hep gözünün önünde bulundurdu. Vapur limana gelince eşyalar nakledildi. Mavnalarla vapura taşındı. Eşyalar yerleştirildikten sonra halkta rıhtıma indi. Sandallarla vapura geçeceğimiz zaman babamın Rum dostları gelip bizi uğurladılar. Türkiye vapurunu ikinci seferi idi. 24 Mayıs 1924 yılında Yunda adasının rıhtımına vapurdan ara vasıtalarla çıktık. Çünkü kaptan boğaz kanalını bilmediği için limana girmeye cesaret edemedi. Rıhtıma çıktığımızda Midilli’den ve Girit’ten bizden evvel gelenler bizleri davul ve zurnalarla karşıladılar, orada hemen aşılandık ve bizi Despotun sarayında 15 günlüğüne karantinaya aldılar. Rıhtıma çıkan eşyalarımızı korumamız için sahilde bulunan bir fabrika binasını tahsis etmişlerdi. Babam evvela para olan kasayı dibe koydu onun üzerine de sandık ve diğer bağlarımızı istifledi. 15 gün karantina süresi bittikten sonra sorumlu heyet bize sandıklarımızı almayacak kadar küçük bir ev tahsis etti babam buna çok şaşırdı. Ertesi gün Girit’ten getirdiği tasdikli formülleri heyete göstererek bize şimdiki oturduğumuz evi tahsis ettiler. Ve 81 yıldır ben bu evde yaşıyorum.

Mübadeleyle gelenlere mal dağıtımı nasıl yapıldı?


Mübadilin gelişi tamamlandıktan sonra iskân ve tevkif komisyonları kuruldu. Bu komisyonda iki tane Midillili bey vardı. Biri Fahri Bey diğeri de sağır Mustafa Bey. Fahri Bey nüfus başına 100 ağaç verilmesini önerir, Mustafa Bey bunu reddeder ve Fahri Beye tokat atar. Fahri Bey çok gururlu bir insandı. Komisyonu terk edip evine kapanır bir daha da evinden dışarıya çıkmaz. Nüfus sayımı yapılmadan da kahrından öldü. Sağır Mustafa Bey’in önerisi üzerine varlıksız olanlara 35 ağaç zeytin (1 kişiye) aileye de 20 şer ağaç zeytin bir ev ve birer buçuk dönüm tarla verildi.

Tevkif sahipleri evraklarının kıymetine göre devlet yalnız değerinin %40’ını mal ev ve zeytinlik olarak verdi ve %60 devletin kasasında kaldı. Fahri Beyin dediği gibi hiç bir işe yaramadı, herkes elinden çıkardı. 4.000 nüfus varken 2.000 nüfus kaldı.

Size Lozan Anlaşması ile Girit’ten göç edip Ayvalık’a gelen iki zenginin akıbetini anlatmak istiyorum: Biri Gurguthanaki Derviş Bey, lise mezunu zengin genç günde üç takım elbise değiştiren şık bir beyefendi. Buraya gelir, devlet ellerindeki formüllere göre Sarıyer’de 450 ağaç zeytin verir. Zeytin ağacı iş ister ama Derviş Bey, bey oğlu bu işlerden anlamaz. Kiraya vermek zorunda kalırlar ama kira onları geçindiremeyecek kadar azdır. Bunlar iki kardeşler ötekinin adı Kazım Bey, geçinemeyince o malı satmak hatasını yapıyorlar. Hazır para dayanır mı? Ondan sonra sefalete düşüyorlar küçük kardeşi daha aktif, dükkânlara sandallara isim yazarak harçlığını çıkarabiliyor, ama Derviş Bey onun kadar becerikli değil büyük bir sefalete düşüyor. Ve o Derviş Beyi, Derviş diye çağırmaya başlarlar. Sonuçta okul arkadaşı Mehmet Ertem’in fabrikasında zeytin küspesi üzerinde yalın ayak ölür.

İkicisi (isim vermek istemiyorum) doğduğu zaman altın leğen içinde yıkanır. Çocuk büyür evlenir 3 kız 3 erkek çocuğu dünyaya gelir, bu bey de köylerindeki mallarından kovulmuş, İzmir istilası günlerinde hazır para yemiş ve mübadele ile Ayvalık’a gelmiştir. 1924 yılında devlet, yanlışım yoksa, 500 ağaç zeytin, güzel bir ev biraz da tarla verir. Ama bütün bu mal mülk fiilen çalışmak, yani iş ister, bu adam bey olarak yetiştirilmiş yıllarca işçileri kâhyaları hizmetçileri vardı. Buraya yerleştikten sonra erkek oğullarının ikisi birer mağazaya tezgâhtar, öteki oğlu da kahvede garsonluk yapmaya başlarlar. Evdeki kızlar hanım efendi bir şey yapacak durumda değiller, çocuklarının kazançları ancak kendilerine yetiyor, hiçbiri babaya yardımcı olamıyorlar. Bu malı kiralamak suretiyle geçinmeye çalışıyorlar. O devirde ben CHP bucak başkanıydım bir iş için belediyeye gittim. Belediye çıkışında belediyenin dükkânlarında kiracı olan ve hurdacılık yapan Süleyman Çetinsoy’u dükkânın önünde yanağını eline dayamış düşünür vaziyette gördüm. “Hayrola Süleyman ne düşünüyorsun” dedim. Sormayın Ali Bey gelin içeriye de size bir şey göstereyim” dedi. Dükkâna girdik duvarda olan bir çividen altı adet perde halkasını çıkarıp bana gösterdi. “Bunları görüyor musun” dedi “Evet” deyince bunları az evvel ….. Bey getirdi ve bana dedi ki “Süleyman Ağa al bu halkaları ne verirsen ver çünkü ekmek almak istiyorum.” o acıyı hayatım boyunca unutmadım ve hala içimde hissediyorum.


Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:14

Çocukluğunuz ve eğitiminiz hakkında bilgi verir misiniz?

Biz buraya gelince Biz buraya gelince Taksiyarhis Kilisesi avlusunda bulunan okulda tedrisat başladı. Ondan sonra devlet, yani Ayvalık ileri gelenleri, zamanında öksüz yurduna dönüştürülen Despotun Sarayını ilkokul olarak açtılar. Akabinde yetiştirme yurdunu da bu binaya topladılar.

Ben ilkokulumu bu binada bitirdim. Babam okuluma karşıydı, çünkü yaşlıydı ve malımızın başında kim kalacak diye annemle konuştuklarını duyuyordum. O yıl Ayvalık’ta yıllığı kırk liraya açılan hususi bir ortaokula başladım. Onu bitirmeden de hayata atılmak zorunda kaldım.

Babam ilk geldiğimizde maliyeden bir sabunhane, bir yağ deposu kiralamıştı. Girit’ten gelen ustalarla sabunlar yapıldı fakat piyasaya sürme imkânı bulamadı. Midilli’den mübadil olarak gelen Mustafa Reisin pareme tipi gemisine sabunlar yüklendi ta Babakale’den İzmir’e kadar bütün limanlara uğrayarak ancak satılabildi. Gemide motor olmadığından ve rüzgâr yardımıyla hareket ettiğinden bu yolculuğun ne kadar zamanda yapıldığını bilmiyorum, çünkü çocuktum ama gemi döndüğünde babamın sabun işi burada biter dediğini hatırlıyorum. Ardından patlak veren 28 Amerika krizi burayı da etkiledi ve pek çok Girit tüccarı iflas etti. Babamın bir dolara satın aldığı yağı yani 90 kuruşa topladığı yağı yarı fiyattan aşağı satmak zorunda kaldı. İşte babamın Anadolu’ya geldikten sonra ilk büyük zararı buydu. Babamın üzüldüğünü gören kâhyamız Fodul Ali Ağa babamı Pateriça’daki evine davet etti. Babam dostu olan Kuyumcu Mehmet Beyle konuşarak iki aile birden ayrı ayrı evlerde kalmak üzere Pateriça’ya gidip bir ay kaldık. Döndükten sonra babam maliyeden bir bina satın aldı ve o binada bir yağ değirmeni kurdu. İşlerimiz çok iyi gidiyordu zeytinyağı ticareti ama babam 1938 yılının mart ayının sonlarında tarlalarda çalışan işçilerin yanına gitmek için kâhyadan atı istedi. Kâhyanın atın bir haftadır dışarı çıkmadığını ve damlı olduğunu söylemesine rağmen atı eyerleterek yola çıktı.

Babam ata bindi mahalleden çıkıp Taksiyarhis kilisesinin önünden geçerek değirmen yoluna yaklaşırken çitle çevrilmiş olan tarlamızda (şimdiki okulun arkasındaki tarlalar) tam kapının hizasına geldiği zaman esen şiddetli poyrazla rezeleri yağsız kapı açılırken bir gıcırtı çıkarır at o gıcırtı ile bir adım geriler. Babam atın önünden yere düşer at terbiyeli olduğu için kımıldamayarak babamın daha fazla darbe almamasını sağlar. Babam darbeden çeşitli sıyrıklar almıştı, ama kanaması yoktu. Ertesi gün gece yarısından sonra burnundan kan gelmeye başladı. Şehirde doktor yoktu, esen şiddetli fırtına nedeniyle motorla gidip doktor getirmekte imkânsızdı. Annem, akraba ve dostlarımızı çağırarak soğuk kompleksler ve nabızları bağlamak suretiyle güçlükle kanı durdurdular. Ertesi gün doktor getirdik ilaçlar verdi ama o ilaçlardan etki etmedi. Dostlarımız Edremit’te bulunan askeri Doktor Yarbay Refik Malik Beyi önerdiler hemen adam gönderip getirttik. Refik Malik Bey muayene ettikten sonra çok kan kaybından ötürü kalbinin çok zayıfladığını söyledi ve ilaçlar verdi. İlaçları kullandık ama faydalı olmadı. Annemin odada bulunmadığı bir gün beni yanına çağırdı: “Bak oğlum ben öleceğim, sen evin büyük erkek oğlu olarak annen ve kardeşini sana emanet ediyorum.” dedi. O sırada ben ağlayınca “Annen görmesin ağladığını.” dedi ve ertesi gece 16 Nisan 1938 cumartesi günü öldü. 17 Nisan Pazar günü toprağa verdik. Babamın vasiyeti bütün hayatım boyunca gerek anneme gerekse kardeşime karşı omuzlarıma büyük bir sorumluluk yükledi. Annem kültürlü bir insandır, ondan öğrendim ben Yunancayı. Kardeşim Ayvalık ortaokulunu bitirdikten sonra onu İzmir Lisesine gönderdik. Ben işlerin başına geçtim. Ama 1940 yılının Ocak ayında askere çağrıldım işlerimi tanzim ederek bir müdür tayin ettim ve ocak ayının 5 veya 6’sında askere gittim.


Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:16

Askerlik yıllarınızı anlatır mısınız?

İlk ve ortaokulumun iki yaz tatilinde aile dostumuz olan Satı Barok Beyin babamı ikna etmesiyle (Satı Barok Bey ailesiyle yüz küsur yıllık dostluğumuz var) demir atölyesinde çalıştım. Askere gideceğim zaman nüfusuma makinist sözcüğünü koydurdum. Ayvalık’tan sevk edilmeden işlerimin tanzimi için şube başkanından birkaç gün izin istedim beş gün sonra gitmeme müsaade etti. Beş gün bittikten sonra torbamı alarak Balıkesir’e gittim. Gittiğim kıta 102’ci Motorize Topçu Alayı idi. Balıkesir’e indiğimde geceydi, geceyi otelde geçirdim. Ertesi sabah bir faytona binerek şehirden dört km ilerde olan Çayhisar köyündeki kıtama gittim nizamiye kapısında bulunan nöbetçi “ne var hemşerim ne istiyorsun” deyince acemi erim teslime geldim dedim. Beni aldı nöbetçi subayı Melih Beye götürdü. Kaydım yapıldıktan sonra koğuşa götürdüler. Ben koğuşa gittiğimde bana battaniye ve yatak vermediler (nedenini bilmiyorum) İki Ayvalıklı arkadaşım yatacağımız zaman beni aralarına aldılar ve örtündük ama hava o kadar soğuktu ki arkadaşlarım istemeden uyku ve soğuğun etkisiyle battaniyesine sarıldı ben ortada battaniyesiz kaldım. Yanan sobanın başına gitmek zorunda kaldım başka çaremde yoktu zaten. Birliklere tahsis edilinceye kadar birkaç gün orada kaldım. Dağıtımda alay karargâhında kaldım. Birkaç gün sonrada kışlanın vadisinde bulunan su motoru için bir elemana ihtiyaç duyulunca beni oraya verdiler. Talim görmedim çünkü her gün kıtaya su vermek zorundaydım.

Almanya Danzik Koyunu işgal ettikten sonra işgalleri ilerlemeye başladı. O zaman alay bütün ağırlığı ile Çanakkale’ye Çanakkale’den de Gelibolu yarım adasına geçti. Ben 28 ay motorun başında kaldım.

Bu arada 16 Mayıs 1941 tarihinde izinli olarak Ayvalık’a geldiğim gece o kadar fırtına vardı ki adaya geçme imkânı bulamadım sonradan kayın validem olan kuzenimin evine gittim beni çok hoş karşıladı masa kurdu ve yemeğimizi yedik. Geç saatlere kadar oturup sohbet ettik. Kahvaltı ettikten sonra vedalaşırken akşam adaya gelmesi için davet ettim. Normal motora binip eve geldim annem beni büyük bir sevgiyle karşıladı ilk konuşmalardan sonra anneme: “Fato’yu benim için isteyeceksin.” dedim. (Fatma Hanım akşam evinde kaldığım kuzenimin kızı) "Olur oğlum yalnız müdürün Hüseyin efendiye de soralım" dedi. Evimizde çalışan kızı yazıhaneye gönderdi ve Hüseyin Akman efendiyi eve çağırdı. Hüseyin Efendi eve gelince annem durumu anlattı. Hüseyin Efendi: “Aaaa altın iş ama siz söylemeyin çağırın beni ben söyleyeyim.” diyor ve işine dönüyor. Saat 10.30 sıralarında kuzenim Fato’yla Ayvalık’tan geldiler, annem büyük bir iltifatla onları karşılayarak Hüseyin efendiyi çağırttı. Kahveler içildikten sonra Hüseyin Efendi kuzenimi odaya çağırır (ki anne tarafından onunda akrabası idi) ve Fato’yu istediğimi söyler. Bu teklif kuzenimin çok hoşuna gider, kuzenim kabul edince o gün söz kesmiş olduk. (17 Mayıs 1941) Eşim o zaman 14 yaşında ben 22 yaşındayım, ben tekrar askere gittim. 1942 yılında kıtama çağrılmadan evvel bir fırsatını bularak 22 Nisan 1942 tarihinde eşim 15 yaşındayken eşimle evlendim. Eşimle evlenmek hayatımın en isabetli kararlarından biriydi. Burada şube başkanım bana çok yardımcı oldu ve kıtama gidişimi bir hafta daha erteledi.

Gelibolu’ya gidişim benim için yepyeni bir başlangıçtı. İlk gittiğimde zırh arabalarında karantinaya aldılar. Ben karargâh askeriydim ve atölyede görevlendirildim. Karantina sona erdiği zaman emir subayı olan Cemil Cebe Beye ricada bulundum dedim ki “Ben sigara içmiyorum müsaade edin de ben arabada kalayım” ve bana müsaade ettiler. Gelibolu’ya gidişimle fakir bir devletin harp hazırlığı içinde ki eksikliklerini gördüm. Alaylar çadırda, kadanalar açıkta, Gelibolu hastanesinde her gün 7 – 8 genç ölüyor tabi bunu çeşitli nedenleri var soğuk algınlığı ve zatürre gibi tabi bu zamanki gibi antibiyotikler yoktu…

İsmet İnönü 42 yılında Gelibolu’ya Fevzi Çakmak’la beraber gelir teftiş eder. Tahkimat komutanı Muzaffer Paşaya düşmanı burada ne kadar oyalayabilirsin diye sorunca “15 gün Paşam” cevabını alır. İnönü ve beraberindekiler 68 koşulu topçu alayını teftiş ederler bütün erler resmigeçit yaparlar ve İnönü, Fevzi Çakmak’a dönerek “Bu alay harp edemez” der. Alayın komutanı Hüseyin Bey “Eder paşam eder” cevabını verince İnönü elini kaldırarak: “Edemez edemez.” der. İşte İnönü askerimizin iç durumunu çok iyi bilerek harbe sokmamak için elinden geleni yapmıştır. Biz kapana kısılmıştık. Almanların Anadolu’yu ezerek Ortadoğu’ya gitmemesinin tek sebebi İnönü ile Almanya sefer Von Papen arasındaki mutabakattır.

ABD başkanı Rosvelt, Stalin ve Churchill’in İnönü ile iki mülakatı oldu biri Adana mülakatı öteki de Kahire mülakatı; ama İnönü’nün şartlarını hiçbiri yerine getirip İnönü’yü harbe sokamadılar. Harpten sonrada Nurenberg harp suçlular mahkemesi kurulduğu zaman Von Papen’i elektrik sandalyesinden kurtaran İnönü’nün içtinaba suretiyle verdiği ifade olmuştur. 30 Aralık 1942 tarihinde terhis olup memleketime döndüm. Yeni bir hayata başladım.

Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:19

Siyasete girişinizi ve fabrikanızın icra yoluyla satışa çıkarılmasını anlatır
mısınız?


Askerden döndüğümde mahsul zamanıydı ürünü aldıktan ve işlerimizi tanzim ettikten sonra ilk işim askerliğim döneminde planını yaptığım zeytinyağı fabrikasını kurmaya başlamak oldu. Ve 1943 mahsulüne yetiştirdim. Bu arada arkadaşlarımla siyasete girmeye karar verdik. 1944 Eylül ayının başında yapılan CHP bucak idare kurulu toplantılarına katıldık. Kongre günü kongreye iştirak etmiş olan üyelerin oylarıyla hiç beklemediğim bir anda bucak başkanlığına seçilmiştim. Ertesi gün dosyamı CHP İlçe idare kuruluna götürdüğüm zaman ilçe idare kurulu: “Bizim haberimiz olmadan siz nasıl başkan seçilirsiniz?” dediler. Tabii o zaman partiye katılmak tek parti olduğu için kolay olmuyordu. Adaylar geniş bir incelemeden geçiriliyordu. İlçe idare kurulunun benim bucak başkanlığına seçilmeme böyle reaksiyon göstermelerine hiç iltifat etmedim. “Beyler ben dosyamı teslim ediyorum siz gereken incelemeyi yapın ve durumu bana bildirin.” dedim ve ayrıldım. Üç gün sonra haber verdiler ilçeye gittim, beni ayakta karşıladılar, tebrik ettiler ve bucak idare kurulu başkanlığına seçilmiş oldum.

Fabrikamı 4 Ekim 1944 günü kampanyaya açtım yağ çıkardık, polimiler yağ doldu. Ama 4 Ekimi 5 Ekime bağlayan gece sabaha karşı çok şiddetli bir deprem oldu. Bizim şahsi olarak büyük zararımız olmadı yalnız sallantıyla biraz yağ ziyan oldu. Ama bucakta yıkıntılar oldu. Adada tek bir ağır yaralı vardı. Ayvalık’ta sahil kısmında daha büyük yıkıntılar ve ölümler meydana geldi. Tabii başkan olmam nedeni ile halkımızı yerleştirme görevi bana düşmüştü. Biz de sahildeki meydanda geniş bir baraka yapmıştık.

Fabrika ve siyasi işlerim zirvede çalışıyorduk. İsmet İnönü’nün demokrasiye geçiş kararından sonra kurulan Demokrat Parti bucağımızda bazı akımlar sebebiyle taban buldu. Ve muhalefet çok sert yapılmaya başladı. Beni bucak başkanlığına seçen dostlarım benim karşıma muhalif olarak çıktılar. Ve amansız muhalefet yapmaya başladılar. Ben karakter itibari ile ve İnönü’nün bizi harbe sokmamama rollerini gördüğüm için hiçbir zaman CHP saflarından ayrılmayı düşünmedim. Parti organlarını iyi çalışmaması nedeni ile fabrikama yapılan boykotlar bizi ciddi maddi kayıplara uğrattı. Elimizdeki sermaye gittikten sonra bankalara borçlanmak zoruna kaldık; ama boykotlar devam ettiği için almış olduğumuz krediler bize nefes aldırmak yerine büsbütün nefesimizi kesti. Öyle ki krediler ödenmeyecek bir seviyeye geldi. Ve bankalar icra vasıtasıyla harekete geçtiler. Aile içindeki meselelerimiz yemekten evvel masaya gelmezdi bir akşam, akşam yemeğinden sonra annem bize dedi ki çocuklar durumu inceliyorum ve bu şartlar altında sizin bankadaki borçları ödemeniz mümkün değil biz mal satacağız ve aciliyet arz eden İş Bankasının borçlarını ödeyeceğiz bütün mesele sizin onurunuzu kurtarmaktır. Onurunuzu kurtardığımız gün piyasada varsınız iş yapabiliriniz para kazanabilirsiniz ama onurunuzu kaybederseniz her şey söner ve annem hiç tereddüt etmeden malını sattı. Ve İş Bankasına olan borçlarımızı ödedik. Ama geride Ziraat Bankasından alınan kredi borcu vardı. Borçları ödeyemeyince Ziraat Bankası fabrikamızı icra yoluyla satışa çıkardı. Birinci müzayedede alıcı çıkmadı. Tabii bu olaylar beni son derece üzüyor ve etkiliyordu. Birinci müzayededen sonra Ayvalık tüccarlarından dostum rahmetli Mehmet Ertem Bey yanıma geldi ve ikinci müzayede işlemi için filanca ve filanca bey (isim vermek istemiyorum) müzayedeye iştirak edecekler ve fabrikayı satın alacaklar dedi. Böyle kara kara düşünürken aklıma Ankara’daki bir dostum geldi. Hemen arabaya binip Ankara’ya gittim kendisiyle görüştüm durumu anlattım. Bana: “Kolay iş hallederiz, ama bana iki gün müsaade edeceksin.” dedi.

İki gün yazıhanesinde bekledim üçüncü gün arabası ile Büyük Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan’ın köşküne gittik. Reisi Cumhur Celal Bayar o tarihte İngiltere’de olduğu için Koraltan aynı zamanda Cumhurbaşkanı vekili idi. Köşkün görevlisi bizi doğrudan doğruya salona aldı. Az sonra Refik Koraltan geldi. Benden durumu izah etmemi istedi. Ben de kendilerine durumu izah ettim. Tahsin Bey beni kendilerine tanıtırken akrabam ve Alibey adası CHP bucak başkanı olarak tanıttı. Refik Beye bilgi verdikten sonra beraber telefon odasına geçtik Ziraat Bankasını aradı, telefona ikinci müdür çıktı durumu anlattı. İkinci müdür: “Beyefendi birinci satış yapıldı, şimdi ikinci satış aşamasında onu durdurmak mümkün değil.” deyince Refik Koraltan ikinci müdüre karşılıksız milyonlarca borçlar dururken ipotekli bir ticari kredinin borçlarını tecil edilmesi gerekmektedir dedi ve telefonu kapattı. Salona geçtik kendisi de maliye bakanlığına uğrayacaktı köşkten beraber çıktık Refik Bey maliye bakanlığına biz de Ziraat Bankasına gittik. İkinci müdürü gördük müdür Refik Beye söylediklerini bize tekrarladı. Yani mevzuatın buna müsaade etmediğini. Ama dostum olacak dedi biz orada beklerken bilmiyorum 20 -25 dk. sonra Ayvalık’tan Bay Ali Onay diye bir görevli beni çağırıp genel müdürün odasına götürdü. Müdürün ismini hatırlayamıyorum, soyadı Dülge idi, Koraltan’ın referansı ile gittiğim için beni ayakta karşıladı. Oturdum kahve teklif etti ama o kadar heyecanlıydım ki teşekkür ettim ve içmeyeceğimi söyledim. Hayır, bir kahvemi içeceksiniz dedi kahveler geldi ve içildikten sonra ne düşünüyorsunuz dedi. O kadar ümitsizdim ki işi kısa yoldan halletmeye çalıştım. İki ay müsaade edin kendi arzumla satıp borçlarımı ödeyeceğim dedim. Hemen zile bastı dosyamı istedi ve kırmızı bir telgraf yazdı. Görevliyi çağırarak telgrafı Ayvalık şubesine çekin dedi. İşiniz tamam deyince teşekkür ederek ayrıldım bir gün sonra Ayvalık’a geldim.

Fabrikamız faaliyete hazır kampanya başlamıştı. Güzel bir mahsul vardı. Tam kapasite ile çalışmaya başladık ama mahsulün orta yerinde vade bitti. Ne yapacağım Belediye başkanı ve aynı zamanda Demokrat Partinin ilçe başkanı olan rahmetli Avni (Baskın)Beye belediye personeli ayrıldıktan sonra mesai bitiminde gittim. “Hayrola Bay Onay?” diye karşıladı. Durumumu anlattım, otur dedi. Ziraat Bankası müdürüne telefon açtı. Bankanın o zamanki müdürü Ekrem Beydi. “Ekrem Bey bizim Onay’ların biliyorsunuz bir borçları vardı, müsaade almışlardı ama vade yarın bitiyor siz kampanya sonuna kadar durumu idare edin.” dedi. Bana takibat yapan müdür rahmetli Avni Beye baş üstüne emredersiniz diyerek kampanya sonuna kadar vadeyi uzattı. Kendisine teşekkür ederek ayrıldım kampanya sonunda iratlarımızla borçlarımızı sıfırladık ve fabrikamızı borçtan kurtardık.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:21

Madenciliğe başlamanız nasıl oldu?

Fabrika çalışırken Alibey adasında bir kurşun madeni şirketi kurulmuştu. Şirketin bir Rum ortağı ile yardımcısı fabrikamın 20 metre ilerisinde Mustafa Atalay’ın yaptırdığı bir dükkânı kiraladılar. Burasını hem yatakhane hem de yazıhane olarak kullanıyorlardı. Bu komşuluk sebebiyle bunlarla tanışma imkânı bulmuştum. Banka borçlarımı tasfiye ettikten sonra yaşadığımız boykotların da etkisiyle kardeşimle fabrikanın makine ve alet hırdavatını satma kararını verdik. O zaman toplam olarak elimize 36.000 TL para geçti. Mevcudiyetinden bahsettiğim kurşun madeni şirketindeki sermayedar İstanbullu Miltiadis Kurteşoğlu, sebebini bilmediğimiz bir nedenle şirketten ayrılmak istedi. Komşum olan şirketin Rum ortakları Kliafos Vafiadis ve kuzeni Petroskaya Stavrinos maden şirketine sermayedar olarak girmemizi ısrarla istediler. Sürekli ısrar edilince aile içinde görüştük ve o şirkete eşimin ortak olmasına karar verdik. Şirket elemanlarından şirketin ne kadar borçlu olduğunu sorduk 3–4 bin lira olduğunu söylediler. Girmeye karar verirken sonra notere gittik Miltiadis Kurteşoğlu ile orada tanıştık. Kurteşoğlu hiç sakınmadan öteki ortakların önünde bana şirket hisselerinin %51 ini almadan şirkete dâhil olmamamı söyledi. Ama ben iyi niyetle şirket kar ederse %25 hissede bize yeter diye düşündüm, çünkü ortaklık yapacağım kimselerin daha işe başlamadan hisselerine göz dikmeyi kendime yakıştıramazdım. Ama yıllar sonra Kurteşoğlu’nun ne kadar haklı olduğunu anladım. Kurteşoğlu’na %25 hisse bize yeter deyince peki hayırlısı olsun dedi mukaveleyi imzaladık ve Kurteşoğlu’nun şirkete vaat etmiş olduğu
10.000 TL sini peşinen verdik.( 29.02.1956 tarihinde şirketten ayrılan Miltiadis Kurteşoğlu’nun yerine eşim Fatma Onay sermayedar ortak olarak girmiştir.)

Ortaklardan Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in burada daimi kalma müsaadesi yoktu. Ancak iki, iki buçuk ay kalabiliyordu. Bunun üzerine Kearlios Dimitriyu Vafiadis ve Petros Nikolayos Stavrinos işin başında daimi bulunabilmeleri için Ekonomi ve Ticaret Bakanlığına şirket olarak müracaat ettik. Ama o zaman Kıbrıs olayları da en hararetli günlerini yaşıyordu hatta 1957 yılında Ayvalık’ta yapılan Demokrat Parti kongresinde parti üyelerinden Ahmet oğlu Hasan Bağder söz alarak bu iki Rum vatandaşının maden sahalarına gitmelerine niçin müsaade ediliyor diye itirazda bulundu… Kearlios Dimitriyu Vafiadis acı çekmiş bir insandı. Anne babasını 1922 yılında çeteler öldürmüşlerdi. Bazen uluorta konuşuyordu. 1958 yılının başında bu konuşmalarından ötürü ihbar edilince tutuklandı. Tutuklandıktan sonra Ayvalık’a gelen Balıkesir milletvekillerinden Vacit Asena, Sıtkı Yılcalı ve Esat Budakoğlu beni Demokrat Parti merkezine çağırdılar, gittim. Bana: “Ali Bey siz hiçbir şekilde bu adamı müdafaa etmeye kalkışmayın.” dediler. Bu laf benim için kâfi idi. Çünkü partinin ve parti idaresinin ne kadar kuvvetli olduğunu biliyordum, ortağımı hapiste dahi ziyaret edemedim. Ondan sonra Devlet Türk Parasını Koruma Kanununa dayanarak mahkeme açtı ve mahkeme sonucunda Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in sınır dışı edilmesine karar verildi ve buradaki şirketteki bütün haklarını kaybetti. O haklar şirkete kaldı. Kearlios Dimitriyu Vafiadis’in babası Dimitriyu Vafiadis Yunda adasının son belediye başkanıydı. Petross Niklayos Stavrinos ile Kearlios Dimitriyu Vafiadis kuzenlerdi. Bu olaylar olurken Petros Midilli’deydi bu olaydan sonra kendisi geriye dönmedi. Zaten ortam dönmesi için müsait değildi o tarihlerde İstanbul’da 6–7 Eylül olayları cereyan etmişti (13.7.1955 tarihinde teşekkül etmiş olan Alibey Adası Madencilik Koll. Şti. Abdi Sönmez ve ortakları kolektif şirketinin ilk kurulu tarihi) Şirkete resmi olarak ortak oldum, tabi ben işten anlamıyordum. Sahibi olduğum küçük deniz motoru ile defalarca Pirgos (Büyük Maden Adasına) gittim ve eski işletmeleri günlerce inceledim. Ortak olduktan sonra sabahleyin işçileri alarak, yayan olarak maden sahasına gidiyordum.

Bu arada sağdan soldan şirketin daha evvel vermiş olduğu senetler geliyordu. Ve hiç farkına varmadan bu faturalara da 10.000 TL ödedik. O güne kadar yeteri kadar büyük bir maden çıkaramamıştık. Bu durum bizi ürkütmeye başladı. Ve eski dosyaları karıştırırken şirketin daha evvel mesul mühendis tayin emiş olduğu Balıkesir’de oturan Sadi Onat Beyin adresini bulduk. Hemen kendisi ile diyaloga geçtik ve Ayvalık’a gelmesini rica ettik. Çok centilmen bir insan olan Sadi Onat Bey ertesi gün hemen fabrikamıza geldi ve motorla maden sahasına gittik.

Maden sahasını gezerken kendisinden elektronik aletlerle maden arama imkânlarının olup olmadığını sordum. Sadi Onat Beyin cevabı çok ilginçti. “Ben Fransa’da tahsil gördüm ve metal mühendisi değil kömür mühendisiyim ama eğer elektronik usullerle madenler aranmış olsaydı bütün madenciler milyarder olurlardı. Ama şunu da unutmayın ki her şey kazmanın ucunda…”

Onun tavsiyeleri bize güç verdi tabi ben o zaman çok gençtim üşenmek yorulmak nedir bilmiyordum. Şuraya bir çukur buraya bir çukur derken güzel bir madenin üzerine düştük, çukuru açıp madeni çıkarmaya başladık. Madenin uzunluğu 35 metreye ulaşıyordu, çalışmaya başladık biraz derine indikten sonra çıkrıklar kurduk. Çıkrıklar vasıtası ile toprak ve madeni yukarıya alıyorduk. Ama havalar kışa doğru soğumaya başladı. Bu bizim için bir sorundu. Ne yapmamız gerektiğini düşünürken kardeşimi Edremit Orman İşletmesine gönderdim 6 metre uzunluğunda kütükler getirttim bunların el bıçkısı ile keserek kalas haline getirdik. Ve bu keresteyi ilerde binalarda kullanacak şekilde makaslar yaptım. Bu makasları 150 cm arayla madenin üzerine döşettim. İzmir’den Ayyıldız fabrikasından bir gemi kiremit getirdim. Bu kiremitlerle yarmanın üzerini güzelce örttüm. Kiremitten akacak suları oluklar açarak çimentoladım ve bütün kış o çatının altında çalışmayı sürdürdük. Bu çalışmalara devam ederken yarmanın iki ucuna dört köşe birer kuyu inmeye başladım. Bahara doğru tekrar Sadi Beyi çağırdığımızda projemi kendisine anlattım o kuyuların oluşmasına karşı çıktı. Desandire tavsiye etti ama ben kendisine 10–12 metre sonra suyla karşılaşacağımızı ve suyun tahliyesinin bizim açtığımız kuyulardan daha kolay olacağını anlattım. Biraz düşündükten sonra ben size itimat ediyorum, nasıl münasip görüyorsanız öyle yapın dedi. Kendisine teşekkür ettim kardeşim ve diğer ortakla beraber Ayvalık’a geçtik. 1957 yılının başlarında İstanbul’a giderek 40 Kw’lık bir elektrojen, su pompası ve inşaat vinçleri aldık. Hemen bir jeneratör kuracak şekilde bir santral binası yaparak motoru monte ettim. Elektrik direklerini diktikten sonra İstanbul’a gidip bakır teller, şalterler ve elektrik malzemesi aldık ve Ayvalık’a geldikten sonra elektrik teknisyeni İsmet Bey bu işe vazifedar kıldık o zamana kadar iki kuyu galeri yapmıştım bu galeriler düşük voltajlı elektrikle döşedik. Kuyu başlarına vinçleri kurdum. İşçilerimiz Balya köylerinden ve Savaştepe’den geliyorlardı. Tabi bu arada kuyuların tahkimi için galerilerin kasalarının yapımı için biçki makinesi kurduk küçük bir işletme ama makine gibi çalışıyordu. 57 yazının sonlarında Sadi Bey Eğmir demir madeni mühendisleri ile beraber ziyaretime geldiler. Hangi fakülteden mezun olduğumu sorduklarında mühendis olmadığımı aslında zeytinyağı fabrikatörü olduğumu tesadüflerin beni madenci yaptığını söylediğimde şaşırıp kaldılar.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:24

Gayet güzel çalışıp her ay İstanbul’a bir gemi mal gönderirken ben askıda mal sahibi gibi kalıyordum. Bir gün kardeşim elinde 100 küsur bin liralık bir listeyle geldi. Listeye göre piyasaya ödememiz gereken 100.000 küsur lira borcumuz vardı. Ocaklarda bir yöntem kullanarak iki buçuk ay içerisinde 1.000 ton cevher çıkardım ve borçlarımızı kapattım.

İşimiz çok iyi giderken 27 Mayıs ihtilali oldu. 1.400 TL’ye verdiğimiz cevher hemen hemen yarı fiyatının altına düştü. 1959 bilânçomuza ortaklarımın yaptığı bir hata ile 220.000 vergi tahakkuk etmişti. Bu paranın o zamanki değeri 20–21 kg altın demekti. Neden işlenmişti bu hata, çünkü 1958 yılında yapılan büyük bir devalüasyonla dolar 260 kuruştan 8,5 liraya yükselmişti. Biz hala tesis halindeydik eskiden piyasadan 1.000 TL ye aldığımız motoru tüccar 5.000 TL’ye satıyor ama şirkete 1.000 TL’lik fatura veriyordu. Elde edilen bu açıkları kapatmak için şirket ortakları hiç düşünmeden bir hata yaptılar. Herkes hissesi nispetinde kasadan para çekmiş gibi fiş sürdüler. Tabi sonunda bunlar defterde kâr olarak göründü. O devirde ben şirketin yalnız teknik işleri ile ilgileniyordum. Ortaklarım bu hatayı muhasebecimiz ben ve kardeşime hissettirmeden yapmışlardı. Şirketimizin muhasebecisi son derece dürüst bir bankacı arkadaştı.

İhtilal dolayısı ile cevheri alan alıcı firma piyasada para yok gerekçesiyle fiyatı yarı fiyata indirdi. Ve o parayı da peşin değil bono olarak verdi. Filan bey (isim vermek istemiyor) benim bonolarımı kırar diyerek bizi o beye gönderdi. O beyde kırma komisyonu aldıktan sonra elimizde kalan para ile biz mal sevk edemeyecek hale geldik. Bu sefer vergileri tecil etmek için Ankara’ya gittik Maliye Bakanlığında büyük bir ilgi gördük ama dosyamız masaya geldiği zaman Ayvalık vergi dairesi müdürünün beyanı bizim bütün işlerimizi alt üst etti. Çünkü Ayvalık müdürlüğü şirket borcunu ödeyebilecek durumdadır ama hüsnüniyetleri yoktur ibaresini koymuştu… Bunu gören yetkiler: “İnsan kendi memleketinden merkeze böyle bir yazı gönderttirir mi?” dediler. Merkezdeki yetkililer ellerinden geleni yaptılar ama gelen yazı üzerine borcu taksitlendiremediler. Ayvalık vergi dairesinin düşüncelerini parafe eden tahsilât şefi benim dostumdu. Onunla görüştüm: “Sen bizim dürüstlüğümüzü
çocukluğumuzdan beri biliyorsun niye imzaladın?” diye sorduğumda “Müdürüm imzaladı, ben de imzalamak zorunda kaldım.” dedi. “Sen ona uymaya mecbur değildin muhalefet şerhini kullanabilirdin.” dedim, ama iş işten geçmişti.

Ondan sonra İstanbul’da bulunan Metalor Madencilik Şirketi ile bir ortaklık anlaşması yaptık ortaklıkta %49 bizim %51 hisse ise onlarındı. Şirket sahipleri Necip ve Ercüment Beyler son derece dürüst ve centilmen insanlardı. Ama buraya işletme başına gönderdikleri temsilci işten hiç anlamıyordu. Bunlar işletmeye yeni bir düzen kurdular ama ben yine şirketin teknik müdürüydüm. Getirdikleri işçilerde kurşunda değil kömür madenlerinde çalışmışlardı. Bir gece teftişe gittiğimde on dinamiti sırayla patlattıklarını duydum. Ocaklara indiğimde patlattıkları bu dinamitlerle bütün kurşun cevherini taş ve molozlarla karıştırmışlardı. O zaman temsilciyi çağırdım, iş böyle devam ederse iş karla değil büyük bir zararla kapanacak dedim. Bir buçuk senelik çalışmadan sonra Metalor şirketinden Necip Bey mühendisle beraber adaya maden sahasına geldi. Madenden şehre geldiğimizde beni Çamlık gazinosunda yemeğe davet ettiler. Ben önce eve uğrayıp banyo yapıp evde yemek yedikten sonra arabaya binerek Çamlığa gittim. Necip Bey dedi ki; “Ben şirketi lağvedeceğim” benim cevabım şu oldu “Alibey Adası Madencilik Koll. Şti ile aranızdaki durumu halletmeden şirketi fesih etmeyin” ama Necip Bey beni Alibey Adası Koll. Şirketinin insanı olarak mütalaa ettiği için dinlemedi ve ertesi gün noter vasıtasıyla Alibey Adası Madencilik Şirketini fesih ettiğine dair bir tebligat gönderdi. Tabi bu durumda benim teknik müdürlüğümde fesih olmuş oldu. Bu arada Metalor şirketi 200 tonluk bir gemi göndererek Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketinin işletme zamanında çıkarılmış yığın halinde duran ikinci derecedeki cevheri kaldırmak istedi. Bu sefer Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketi Metalor şirketine bir telgraf çekerek bu malla Metalor şirketinin bir ilgisi olmadığını ve bir anlaşma olmadan gemiye yüklenmesine müsaade edilmeyeceğini, anlaşma yapılmadan gönderilen geminin zararının da kendilerine ait olacağını bildirdik.

Bu sefer onlar bir telgraf göndererek benim teknik müdürlüğümün devam edeceğini bildirdiler, çünkü ben bütün malzemenin yediemini idim ama telgraflarına cevap vermek zorunda kaldım. Teknik müdürlüğü kabul edemeyeceğimi ancak mesuliyetlerine müdrik bir yediemin olarak Alibey Adası Madencilik Koll. Şti. ile aranızdaki ihtilaflar halledilmedikçe ne Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketine ne de Metalor şirketine envanterde bulunan malzemelerden bir iğne dahi veremeyeceğimi bildirdim. İki şirket arasındaki anlaşmazlık 1965 yılına kadar devam etti. O zaman ben araya girdim ve maden ruhsatının Alibey Adası Koll. Şirketi üzerine devir edilmesi şartıyla daha evvel Metalor şirketi üzerine noter senedi ile geçmiş olan malzemeyi Metalor şirketine devrederek iki şirket arasında anlaşma sağladık. O zaman Metalor şirketi aynı zamanda yediemini bulunduğum malzemenin yerinden sökülerek kasalanması ve İstanbul’a nakledilmesi ile benim ilgilenmemi rica ettiler. Bu emeğime karşılık 40 beygir gücünde kompresör, iki kompresör tabancası, 300 metre galvaniz boru, iki büyük saplama anahtarını bana verdiler. Bütün listelerdeki malzemeleri yerlerinden söküp kasaladım. Ve 1960 yılında kamyonlara yükleyerek İstanbul’a götürüp teslim ettim. Alibey Adası Madencilik Koll Şti. Metalor şirketinden devir aldığı maden sahasının faaliyet raporlarını zamanında bakanlığa vermediği için bakanlık bir yazı ile bizi ikaz etti. Yazının müddetinin bitimine kadar şirket faaliyet raporlarını göndermediğinden 15 senelik işletme ruhsatım fesih oldu.

Burada çalışma imkânı kalmayınca İvrindi kazasının Taşdibi köyünde ruhsatı kardeşimin üzerinde bulunan antimon maden sahasını ve Çanakkale ilinin Yenice kazasının Karaköy’ü hudutları içerisinde bulunan kurşun madenlerini işletmeye başladım. Her iki taraf kontrolüm altında çalışıyordu. Bütün ağırlığımı Taşdibi antimon madeni ocaklarına vermiştim. Oğlum askere gittikten sonra iki yıl bu işletmenin başında kaldım.

Üretimimiz zirvedeyken kardeşim antimon eritme fikrine kapıldı ve bu tesisi Alibey Adasındaki Pateriça koyunda bulunan kurşun sahasının, batı sahil kenarında ki arsanın içerisinde bulunan eski kurşun eritme binalarında yapmak istedi. Her ne kadar mesafeyi ve maliyeti göstermeye çalıştıysam da o ısrarından vazgeçmedi. Ve İstanbul’dan Metalor şirketine sevk ettiğim daha evvel Alibey Adası Madencilik Koll. Şirketine ait alet ve hırdavatı Metalor şirketinden satın almamı istedi.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:25

26 Haziran 1970 yılında dünürüm Haydar Beyle beraber Metalor şirketine giderek oraya nakletmiş olduğum bütün alet ve hırdavatı 30.000 TL’ye satın aldım. 17.500 TL’yi nakden 12.500 TL’yi ise imzam karşılığında senetle aldım. Malları İstanbul’dan iki kamyona yükleyip adaya getirdik. Birkaç gün sonra İstanbul’dan izabe ustası Şinasi Doğru’yu getirdi hep beraber binaların olduğu yere gittik yeri çok beğendi santrali yapacağımız yeri ve döner ocağı yapacağımız yeri de tespit ettik. Hemen faaliyet başladı. Bir santral binası yaptırdım. İki jeneratör kurdurdum verdiği ölçülere göre döner ocağın beton kaidelerini de döktüm. Az zaman içerisinde döner ocak geldi ama kamyon maden sahasına götürmedi. Şimdi Pazaryeri kurulan meydanlığa indirdi. Kendi yöntemimle döner ocağı maden sahasındaki beton kaidelerin üzerine yerleştirdim.

Bu arada Şinasi Bey İstanbul’a gitmişti geldiğinde “Ben döner ocağı yapmaktan vazgeçtim kupul ocak yapacağım” dedi. Mademki kupul ocak yapacaktınız ki bu kupul ocağın maliyeti 5-6 bin TL arasındadır neden döner ocağın yapımı için 125 TL. verdirdiniz diye sorduğumda. Daha evvel netice almak için bunu yaptım dedi. Şinasi Doğru’nun bu hareketi bana döner ocağı çeviremeyeceği kanaatini yerleştirdi. Hemen kardeşime telefon açtım.

Şinasi Doğru’nun bu antimon işini beceremeyeceğini ve yol kısa iken bu işten vazgeçmenin daha doğru olacağını söyledim, çünkü antimonu verdiğimiz Danon-Danon şirketi ile hiçbir ihtilafımız olmadığını ve bu şirketin işletmemizin para musluğu olduğunu söylediğim halde kardeşim Şinasi Beyin İstanbul’un en iyi antimoncusu olduğunu söyledi. Şinasi Beyin ısrarı üzerine kupür ocağının temeli atıldı ağaçtan yüksek bir torna kurdum ve ocağın içini verdiği ölçüde ve eğimde yaptırdım. Bu arada aspiratörler, oksidi depolayacak bez pantolonlu depolar yapıldı ve maden ocağında gelen antimon madenlerini yakarak oksidini depolamaya başladık. Kâfi derecede oksit tamamlandıktan sonra ve oksidi eritecek ocakları da tamamlandıktan sonra, Şinasi Bey soğuk bir akşam olmasına rağmen bu akşam ocakları çalıştıracağım dedi. Her ne kadar gündüz yapmasını söylediysem de o çok ısrar etti ve bende bunu kabul etmek zorunda kaldım. Oksit ocaklara verildi ve antimon erimeye başlarken madeni pantolonlardan oksit uçmaya başladı. Öyle bir an oldu ki bütün Pateriça koyunun gökyüzünü kesif beyaz bir bulut kapladı. Bu durumu görünce çok üzüldüm arabaya binerek şehre geldim. Oğlum Hasan’ı çağırarak durumu izah ettim. Çünkü oksit Patriça’yı istila etti ve ben o vaziyeti görmeye tahammülüm yok dedim ve oğlumu maden ocağına gönderdim. Ocakların potaları dolduktan sonra kepçe ile kalıpları doldurmak için kepçeyi erimiş durumda olan antimonun içine soktular. Ama kepçeler saplarından koparak erimiş antimonun içinde kaldı. Büyük maşalarla kopmuş olan kepçeleri aldılar blövürleri hiç kısmadan arabaya binip adaya geldiler. İbrahim ustayı evinden kaldırdılar atölyesine gittiler kepçeleri perçinlediler ama ocaktan ayrılırken brövürleri kısmadıkları için erimiş antimon sudan daha ince bir hale gelerek tuğlaların içine girdi ve ocakları patlattı. Ocağa gittikleri zaman ocak patlamış ve antimonu zemine üç santim kadar kalınlıkta yayılmış buldular. Ocakların bu durumunu gören oğlum işleri durdurarak eve geldi. Durumu bana olduğu gibi anlattı. Ertesi günü beklemek zorunda kaldım kardeşime de haber verdik. Ve hep beraber izabeye gittik. Kardeşim son derece üzülmüştü. O kadar ki yüzünün rengi değişmişti. İzabenin başında bulunan Şinasi Beye ne yapacağımızı sorduğumuzda bekleyelim iki gün yere dökülen maden soğusun ondan sonra bu malı çuvallayarak İstanbul’a götürelim benim tanıdıklarım var potada eritip kalıplara toplar satarız dedi. Bu durumda yapılabilecek başka bir şey yoktu. Bekledik yere dökülen cevheri toplayarak İstanbul’a götürdük ama benim burada tanıdıklarım var diyen Şinasi Beyin İstanbul’a gittikten sonra bir şey yapamayacağını anlayan kardeşim Haliçte kurşun izabeleri olan İstanbul doğumlu Rum dostu Avram’ı bulup durumu anlattı. O da bizi Ermeni bir dökümcüye götürdü. Bu dökümcü cevheri potayla eritip kalıplayarak kardeşime teslim etti.

Kardeşim Şinasi Beyi de yanına alarak malı piyasaya sürdüler ve ürünü sattılar. Fakat Şinasi Bey kardeşimi yolun ortasında bırakarak bir daha yanına uğramadı. Bu şartlar altında bu işler için bir ortak almak zorunda kaldık ama bu arada daha evvel iş yaptığımız Danon- Danon şirketi mal vermediğimizden ötürü tazminat davası açtı. Ve bu anlaşmazlık uzun sürdü. Ben kardeşimi suçlu buluyorum. Çünkü izabe kurma teşebbüsü hatalıydı. Ortak ararken aslen Rizeli Mehmet Bayramoğlu ile temasa geçtik. Kardeşimle adaya geldiler tesisi ve işletmeyi görüp madene gittiler. Ve %49’a %51 oranında bir ortaklık yapıldı. Kardeşim Hüseyin Onay’da 550.000 TL. ile bizim adımıza şirkete girecekti. Bu paranın 250.000 TL’si devrettiği menkullerden 125.000 TL’si şirket kurulunca kalan parayı da vadelerle ödeyecekti. İstanbul’da mukavele yapılacağı gün yazıhanede bekliyordum.

Oğlum yüksek izabe mühendisi arkadaşı Atilla Yaman’la yanıma geldiler ve oğlum dedi ki “Baba bey amcam yeni kurulacak şirkete sizi ortak olarak göstermiyor.” Buna çok üzüldüm ve bir an düşündüm şirkete 550.000 küsur bin lira (70 yılındaki değerle) yatırımı yapmıştık sonra piyasadan da 50.000 TL borçlanmıştık böyle bir tablo karşısında haklarım için direnmem bize faydadan çok zarar verecekti. Oğluma gidip mukaveleyi imzalamasını söyledim. Ama şunu belirtmek istiyorum bu mukavele yapılacağı zaman maden ocakları ve izabenin bütün takımları resmen oğlumun üzerindeydi. Ama bu imkânı koz olarak kullanmayı asla aklımdan bile geçirmedim. Mukavele yapıldı. Bu şirket için oğlum %15 kardeşim de %34 pay aldı. Benim ise elli yıllık emeğim bir anda ortadan kalkmış oldu. O tarihten sonra madencilik yapmaktan vazgeçtim…
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Kullanıcı avatarı
eyuphuseyin
Site Admin
Mesajlar: 6926
Kayıt: 05 Haz 2019, 22:41
Konum: İstanbul
Teşekkür etti: 1098 kez
Teşekkür edildi: 27 kez
İletişim:

Re: ALİ ONAY SÖYLEŞİLERİ Taylan KÖKEN

Mesaj gönderen eyuphuseyin » 26 Eki 2020, 18:26

Geçirdiğiniz kaza hakkında bilgi verir misiniz?

Kaza 24 Ekim 1959 yılında oldu. Madende izabe fabrikası inşa ediyorduk. O gün o kadar şiddetli rüzgâr esiyordu ki kaza olabilir diye paydos ettirdim. Ayvalık’tan bir aspiratör siparişi vermiştim, tesadüf ya o gün getirip duvarın yanına koydular. Ben montajı kontrol ederken elektro motorla aspiratörün montajının hatalı yapıldığını gördüm.

Ben onu incelerken şiddetli bir rüzgârla duvar yıkıldı. Ben aspiratörün üzerine yığıldım duvarda üzerime yıkıldı. Üzerimde kuzu postundan çok kalın bir palto vardı. İlk başta bir şey hissetmedim. Sonra bütün hislerimi kaybettim. Oradaki çavuşlar telaşa düşmüşler öldüm diye hemen savcının gelmesini istemişler. Ama şoförüm Cevdet Şamil Bey çavuşların karşı çıkmalarına rağmen beni duvarın altından çıkarmış. Onun göstermiş olduğu bu aşırı duyarlılık benim hayatta kalmama vesile oldu. Çünkü savcı beklenseydi ben o yükün altında ölecektim. Yıkıntıdan çıkardıktan sonra arazide kullanılan bir traktörle şantiyeye çıkarmışlar. O sarsıntıyla kendime geldim. Cevdet beye ne olduğunu sordum kaza geçirdiğimi söyledi. Ben hemen “Kardeşim Ayvalık’ta hemen hastaneye kaldırın ama eve haber vermeyin” dedim. O zaman köprü yoktu, araba karşıya salla geçiyordu. Madendeki sıhhiye memuru arabaya yastıklar koymuş ve iskeleye getirmişler. Motora bindiğimizi hatırlıyorum ama ondan sonra bilincimi yitirmişim. Şuurumu kaybederken bile eşimi arıyordum. Hastaneye getirilince Dr. Cahit Kocabaş nabzımı bulamamış başlamış ağlamaya. (Kendisi sevdiğim bir dostumdu kazadan önceki akşamda beraberdik.) O sırada Dr. Hamdi Bey de gelip muayene etmiş kalbimin çok hafif attığını tespit edince hemen iğne yapıp tedaviye başlamışlar. Altı gün komada kalmışım. Dr. Cahit Bey hemen Edremit’e telefon açıp bir operatör istemiş. Çünkü kazada ayağım ters dönmüş kolum ise kırılmıştı. (Kolumu hala kullanırken sorun yaşıyorum.) Ne zaman ki komadan çıktım bağırmalarımdan hastane inliyordu. Çünkü korkunç bir ağrı vardı. Bu defa penisilin septomizin karışımı iğne yapmaya başladılar. Ayvalık’tan birçok dostum ziyaretime gelmiş ama doktorlar izin vermemişler. Gece yanımda bir çavuş kalıyordu, sabah ise hastaneyi eşim açıyordu. Ne zamanki yürümeye başladım bir kolumda eşim diğer kolumda hemşire pencereden adayı görmek istedim.
Ma ida thelis na su ğo,oste va zis çe nase
Se hrisoprasina dendra,na thetis na kimase.

Sana ne dememi istersin,yaşayıp var olman için
Altın yeşili ağaçların altında,yatıp uyuman için

Cevapla

Kimler çevrimiçi

Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir